Ciwan Haco'nun Felek şarkısı çalarken gözlerimi kapadım ve bir anda kendimi
bir yaz sabahı ışımış günün erken saatlerinde Eskiköy'lüler ile köy arabasında seyahet ederken buldum.
Üstümüze
 sinmiş toprak kokuları, derimizin üstünde günlerin su görmemişliğinin 
birikmeleri,  köy sartlarında giymeye kıymadığımız güzel kıyafteleri 
üstümüze çekmiş heyecan ve uykusuzlukla şehrin yolunu tutmuştuk. Galam 
ağaclarının süslediği tepelerden geçen asfaltsız, bakımsız araba yolunda
 bolca sarsılarak yolumuza devam ediyor, arada birileri Şaban'da ya da 
Soğpınar'da arabayı durduruyor içerden bir hababıyla hal hatır soruyor, 
elindeki paketi şehre gitmesi için şoföre teslim ediyor, "Uğur ba!" 
deyip hızla külüstüre çıkmış dolmuşun kapısını kapatıyor ve yola devam 
ediyoruz. Köy yolu bitip asfalta gelince hemen bir faz değişimi oluyor, hızlanıyoruz, tekerin ezdiği taş sesleri kayboluyor. Polatdere yakınlarına gelirken ise artık güneş ensemizden bizi ısıtmaya başlıyor, bir yarım saat içinde Beylerderesine ulaşmışken 
midemiz bulanmaya başlamış oluyor, "sanayi" dedikleri oto tamir 
bölgesinden geçerken ise derin plastik kokulu siyah poşetler kusma torbası oluyor. 
Yolda Samanharık'ta bir bir insanlar inmeye başlıyor, yolculuğu bitenin 
gözülerinde umut beliriyor. Biz ize yolun geri kalanını ağzımızda acı 
kusmuk tatları ile çaresizce tamamlıyoruz. Baba için zor olmasın, ellerde de 
yük var deyip fazladan ücret ödemeyi göze alarak şoförden evimize kadar 
bizi götürmesini istiyoruz.
Mahallemize geldiğimizde her 
seferinde aynı şok yaşanıyor. Yoksunluktan çıkıp sanki bir masal dünyasına 
gelmişiz gibi. Sokak binaların gölgesinden dolayı halen serin, halbuki 
köyde bu saatlerde vadinin eteğindeki evimizde kavrulmakta oluyouz. 
Çocuklar ellerinde yumuşacık pidelere evlerinde kahvaltı sofrasında 
kendilerini bekleyen anne babalarına gidiyorlar. Bakkal açılmış, 
çikolata ve şekerler onlara sahip olacak veletleri bekliyor. Her ihtiyaç
 yakında, ve güneşten bunalınca kaçacak serin odalar ve kağıtlı,
 el yıkamalı tuvalatler konforu varken bunları bırakıp survivor hayatımıza 
dönmemizi anlamakta zorlanıyorum. İnsansız köy hayatımızda hemen hemen 
hergün hiç tanımadığımız böceklerle karşılaşıp arada bazılarınca 
ısırılabilir, önümüze bir anda birbirine sarılmış kara yılanlar 
çıkabilir, terliğimizi delip ayağımıza koca bir diken batabilir, evden 
en yakın komşu Gakko Dede'ye giderken çıplak bacaklarımızı yol vermeyen 
dikenli ufak çalılar yaralayabilir, gözümüze giren iri tozlar 
annelerimizce üfleme yöntemiyle çıkarılır bu yöntemle ve çiş terapisi ya da 
ağza-burna sigara dumanı üfleyerek öksürtme yötemiyle müdahale 
edilemeyen vakalar ise zamana bırakılırdı...devam edecek. 
 
No comments:
Post a Comment