bir ülkeye gitmenin arefesinde, ölüm güzel geliyor yine. Daha genç yaşlarda, ne kadar mutsuz olursanız olun, ölmek fikri özenti ve saçmalık olarak geliyor. Mutsuzluk zor geliyor, canınızı incitiyor, yaşamak ve tekrar mutlu olmak için yanıp tutuşuyorsunuz.
Kişi canı acırken mi ölümü düşler yoksa hayat ona zorlaştırılırken mutsuzluktan uyuşmuşken mi? Bence ikincisi. Mutluluk ve mutsuzluk döngüsünde bir noktada mutluluğa doyuyorsunuz, ilerki yaşlarda umutsuzluk zihninizi sardığında artık 18 yaşındaki gibi o zamana kadar deneyimlediğiniz ve mutluluk dediğiniz o kanı tutuşma halini özlemeniz mümkün değil. Otuza'a geldiğinizde mutluluk kavramı evrilip huzura dönüşmüş oluyor. Ruh artık sakin bir şekilde hareket ediyor, gariptir ama mutsuzluğun içinde de bir huzur olabiliyor. Ruhunuz ayaklanmıyor, sadece hesap ediyor: İçinden çıkması mümkün olmayan zorluklar silsilesinde yaşamak ve yaşamamak arasındaki fark çok azalıyor. Bir hayal gibi kafanızda yaşadığınız ancak dış dünyada gördüğümüz ikonlardan feyz alarak tutarlılığa kavuşturduğumuz hayat, dünyanın maddiyatından medet ummuyor. Hatta dünya maddiyatı çoğu zorluğun sebebi iken, bizi hayattan soğutan şey hayatın kendisi oluyor. İşte buna sağlıklı ölmek diyebiliriz. İsteyerek, ve biliçle. Bir yaprak gibi direnmeden, yavaş yavaş solarak, yaşamın ve ölümün bütün evrelerinden sukunetle geçerek.
İnsan ancak sakinlikte ölebilir, diğer türlüsü ölmek değil öldürülmek olur.
No comments:
Post a Comment